"Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimlerini benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç: ''Polis, henüz devrim ve Cumhuriyetin polisi değildir." diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek: ''Demek, adliyeyi ıslah etmek, yönetim şekline göre düzenlemek lazım.'' diyecek. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte; bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek.

Diyecek ki: "Ben; inanç ve düşüncemin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir."

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!
Başbuğ Gâzi Mustafa Kemâl ATATÜRK

KUKLALAR ve ULUSAL EGEMENLİK!

Unknown | 11:20 | 0 yorum

Banu Avar
  Sandık, seçim, oy, parti de parti diyenlere yanıttır!  

  Yıllardır, siyasi partilerin, TAM BAĞIMSIZ olmayan ülkelerde, yalnızca budunu aldatma aracı olarak kullanıldığını yazdık.

  Bir kukla tiyatrosu sürekli oynanmakta; renkli görüntüler, çığlıklar atarak ilgi çeken kukla bebekler, gözü; GERÇEKLERden, sahne ışıklarına çekmekte.

  GERÇEK: Aç bırakılmış, zenginlikleri gasp edilmiş, tüm haklarına el konulmuş, HAKKINI KORUMASI engellenmiş, eğitim alması olanaksız kılınmış bir ulusun varlığıdır. 

  SAHNE’de ise, bu milletin temsilcisi olduğunu savunan siyasi partiler vardır. 60 yıldır bu milletin hakları konusunda en ufak bir adım atamamışlardır. Çünkü baştan bağlıdırlar. Çok partili düzen, sömürgeci ağababalar tarafından kurulmuş; kukla tiyatrosu, halkın ilgisi ise, GERÇEK’e çevrilmesin diye oturtulmuştur.

  60 yıllık çalışma sonrası, halkın büyük bir çoğunluğu SANDIK-SEÇİM-OY sarmalı içine çekilmiş, bunun dışında bir ULUSAL EGEMENLİK düşünülemez olmuştur. Beyinler; ‘Millî İrade Sandıktadır.’ cümlesiyle şekillendirilmiştir. Millet, A ya da B olmadı; C ya da D partisine oy verdi mi, görevini yapmış sayılacaktır. “Demokrasi de zaten budur.”.

  Düzen partileri yanı sıra sisteme karşı olduğunu söyleyen partiler de sahnede yer almıştır. Bunların da görevleri vardır. Gerçek muhalefet, düzene karşı harekete geçerse, o zaman sahte muhalifler devreye sokulacak ve gerçek muhalefetin gelişmesini engelleyecektir. Sömürgeciler, bir ülkeye el atınca, her kanattan sahte kuklayı sahneye sürecektir. Bizde de böyle olmuştur.

  Siyasi mekanizma içinde; SAHTE Sol, SAHTE Türkçü, SAHTE Dinci partiler sahneyi doldurmuştur. Artık millete düşen iş, sahnedeki renkli kuklalara bakarak birinden birini seçmektir. Kuklalar, KUKLACI’nın elindeki ipin hareketlerine göre oynarlar. Sahnenin hipnozuna kapılmış izleyiciler; bazen ağlar bazen çılgınca alkışlarlar.

  Biz, burada, milletimize; izledikleri şeyin bir KUKLA TİYATROSU olduğunu haykırmak ile görevliyiz. Yıllardır sürdürülen oyun, seçim-sandık-oy oyunudur. Demokrasilerde seçim sistemi önemlidir. Ama demokrasi sadece TAM BAĞIMSIZ ülkelerde olur. Bağımsızlığını yitirmiş; ekonomisi, siyaseti, kültürü, televizyonları, gazeteleri okulları, sömürgecilerin eline geçmiş ülkelerde DEMOKRASİ olmaz. Öyle imiş gibisi olur.

   GERÇEK SEÇİM de olmaz. Amerikalı J.P.Morgan’ın SECSİS’i olur, ama SEÇİM olmaz. Geçenlerde Amerika’da yargılanan, SECSİS sistemini kuran bilgisayar mühendisi ‘tüm seçim sonuçlarının değiştirilebildiği bir yazılımı sisteme koyduğunu’ mahkemede itiraf etmiştir.

  Siyasi Partiler Yasaları, SİSTEM’in gereğine göre hazırlanır. Kimler sistemin kuklasıysa, yalnızca onlara izin vardır. Milletin iradesi, Meclise YASAKTIR!

   Bu durumda, hâlâ; oyla, sandıkla, seçimle ‘demokrasicilik’ oynayanlar, ‘Örgütsüz güç güç değildir’ diyerek SİSTEM’i güzellemektedirler. Doğrudur, Esas olan ÖRGÜTLÜ GÜÇ’tür. Ama tek ÖRGÜT, SİSTEM’in kucağındaki siyasi partiler değildir. Eğer siyasi partiler, SİSTEM lokomotifine bağlanmış vagonlara dönüşmüşse, o vagonlarda yer alarak gidilecek yer, lokomotifin götürdüğü yerdir. O nedenle, 60 yıldır, Türkiye’nin gittiği yön değişmemektedir.

  Kukla tiyatrosunun bir başka faydası, hakkını müdafaa etmek için BİR olması gereken MİLLET’in siyasi parti vagonlarına ayrılmasıdır. Ayrı vagonlarda olanlar, çıkarları için birleşemezler. Türkiye yıllardır ‘muhafazakar’, ‘ilerici ’ diye iki kutba ayrılmıştır.

  Biri Allah’la, diğeri Atatürk’le aldatılmaktadır. 

  Her ikisi de özenti bir batıcılığın kurbanıdır. Aralarında uçurumlar vardır. İki ayrı ülkenin milletleri gibi ayrışmışlardır. ‘Futbol takımı taraftarlığı’, milli birlik ruhunu geride bırakmıştır. OYSA bu millet, “Siyasi partilerle değil, MİLLİ BİRLİK RUHU ile bu yurda iye(sahip) çıkmıştı. Bunu hatırlattığımız zaman ‘O çok eskidendi’; ‘O zaman fiili işgâl vardı’ diyenlere;
   
  şartları yeniden gözden geçirmelerini öneririz.

  Diyarbakır’da, Hatay’da, Malatya’da, Ankara’nın göbeğinde, Sivas’ta, Trabzon’da, Edirne’de bölük bölük dolaşan yabancı asker ve istihbarat ajanları yanı sıra, içerden devşirilmiş yerli memurlarını, bakanlıklar içinde oturan yabancı ‘uzmanları’ görmek için kapalı gözlerini açmaları yeterli.

  Evet ‘çok eskidendi’, ama bugün başımızda dolaşan belalar da ‘çok eskinin belaları’ değil mi?

  Madem böylesi bir tünelin içindeyiz, o zaman bulunan dahiyâne yönteme göz atmak gerekmez mi?

  Atatürk’ün örgütlenme şemasına bakın:

 ‘Kendiliğinden oluşmuş’; HALK ŞURALARI, KONGRELER ve bunların bir araya gelmesi sonucu oluşacak HALK MECLİSİ!

  Kitle örgütlenmesinin yolu buydu. Ve Mustafa Kemâl, bu yolu izledi! Halk şuraları içinde Türkçüler de, dindar çevrelerin önde gelenleri de, sosyalistler de vardı. Vatanın ‘namus’ olduğunu kavrayanlar; her ilde, ilçede, köylerde bir araya geldiler ve ortak direnişin meşalesini yaktılar.

  Attilâ İlhan özetliyor: “1920’li yılların, Gazi ve Şehit Ankara’sında, Gazi Mustafa Kemâl Paşa, bir yanına Ziya Bey’i (Gökalp) almıştı, bir yanına Yusuf Akçura’yı; Mehmet Akif Bey hiç uzağında değildi (İstiklâl Marşı ona rica edilmişti); Börekçizade Rıfat Hoca Efendi’yle eylem birliği yapıyorlar, dahası Bakü’de, İttihatçıları etkisiz kılıp, TKP’yi örgütleyen Mustafa Suphi Bey, - ki Galiyev ‘den ruhsatlıdır- Paşa’dan, Ankara’da mülaki olmayı rica ediyor ve ricası kabul ediliyor. Esasen o da, ‘sosyalist sol’da görünen Ethem Nejat Bey de, Şevket Süreyya Bey de, formasyonu itibariyle, ‘Türk Ocağı aydını’dırlar. Nâzım Hikmet de Vala Nurettin’le Anadolu’ya iltihak etmiştir…”

  Bugün yeniden aynı açmazın içinde kıvranıyorsak çözüm benzer olamaz mı? 

  Attilâ ağabey şöyle der: “…Batı ittifakı ve NATO üyeliğinden bu yana, 'Düzen', ekonomiden kültüre, savunmadan eğitim ve öğretime, bütün 'ulusal' kalelerimizi düşürmek peşindedir; 'dil'ini ve 'din'ini açık açık, göstere göstere, dayatmaya başlamıştır; geçen yüzyılın başındakine benzer, bir acun savaşı 'yenileni' olmadığımız halde, aşağı yukarı aynı muâmeleye mâruz kalmaktayız. O zaman, hangi kesimden olursak olalım, o dönemdeki benzerlerimizin, ne yaptığına bakacağız; çünkü onlar, 'başarılı olmuşlardır'.” (Attilâ İlhan, Cumhuriyet, 21.01.2005)

  İşte o nedenle, Haziran 2013’de; Şehit aileleri ve Yörük dernekleri öncülüğünde; bir öbek aydın, işçi, köylü, esnaf, yani bu yurdun çocukları, bu yurdu canı bilenler, bir araya geldiler ve MİLLî İRADE BİLDİRİSİ'Nİ kaleme aldılar.

  Bu bildiriye imza koyanlar, her cenahtan vatana aşık olanlar. Bir araya gelerek ÇÖZÜM için varlarını yoklarını ortaya koyacaklar.

  ‘Peki, seçim geliyor?’ diyenlere yazının başlangıcını bir kez daha okumalarını rica edelim. Yolumuz açık olsun. Gelin kafa kafaya verelim, neyi, nasıl yapabiliriz konuşalım, tartışalım; vagonlara ayrılmadan ve “şahsi ikbali ve hırsları'', vatanın çıkarlarının önüne koymadan. Bu daha önce yapabildiğimiz ve o sayede muzaffer olduğumuz bir yöntemdi.

  Denemeye değmez mi? 

  Banu AVAR 20 Ağustos 2013

Category: ,

Ne Mutlu Türk'üm Diyene!:
Benim yaratılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak Dünya'ya gelmemdir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milleti'nin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedî olduğunu göstermelidir.

0 yorum