"Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimlerini benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç: ''Polis, henüz devrim ve Cumhuriyetin polisi değildir." diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek: ''Demek, adliyeyi ıslah etmek, yönetim şekline göre düzenlemek lazım.'' diyecek. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte; bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek.

Diyecek ki: "Ben; inanç ve düşüncemin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir."

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!
Başbuğ Gâzi Mustafa Kemâl ATATÜRK

ATATÜRK NASIL ÖLDÜRÜLDÜ!

Unknown | 18:33 | 0 yorum

   ‘’Sizin için bilmem ama, bizim için daha iki yıl yaşaması gerek.’’

   Yukarıdaki sözler, Romanya kıralı Karol’un 19 Haziran tarihinde saat 14:00 de Atatürk’ü, Savarona’da yatında ziyaret ettikten ve görüşmeler bittikten sonra yatın merdivenlerinden inerken sarf ettiği sözlerdir.

   Atatürk’ün tedavisinde uygulanan yöntemler ve verilen ilaçların yan tesirlerinin ortaya bir bir konulduğunda Atatürk’ün vefatında ciddi sorunlar ve sorumlular olduğu ortaya çıkmaktadır. Belgelere dayalı olan bu konu karşısında yetkili kurumlar ve şahısların ağızlarını bıçak açmamıştır. Bu ülkenin koltuk ve makam sahibi yetkilileri, ortaya konulan belge ve bilgiler karşısında susmayı yeğlerken, kendini ‘’Atatürkçü’’, ‘’Ulusalcı’’, ‘’Vatanperver’’ kabul eden basın ve yazarlar böyle bir konunun varlığında haberleri yokmuş gibi davranarak olayın kapanmasını yeğlemişlerdir.

   Zaman zaman bu konuyla ilgili olarak yazılan ve çizilenler olmuş ve değişik iddialar da ortaya atılmıştır. Bunlardan bir tanesi de, Metin Toker’in ‘’Not Defterinden’’ adlı köşesinde yer alan şu ilginç olayı naklediyor, yazının başlığı; TIMARHANELİK TARİHİ YAZILAR’’

   ‘’1935’de Mareşal Fevzi Çakmak Atatürk’ün 1938’de öleceğini biliyormuş. Niyeti, O’nun yerine İsmet İnönü’yü oturtmakmış. Daha 1935’de hesap ediyormuş ki, 1938’deki böyle bir girişimine ’İçişleri Bakanı Şükrü Kaya/Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ ikilisi o vakit karşı çıkacaklardır. Niçin? Çünkü Şükrü Kaya ile Tevfik Rüştü ‘Müdafaa-i Hukuk’ öğretisine yakın, daha solcu, daha Sovyetler Birliği yandaşı bir hükümet isteyeceklermiş. Peki ne yapacaklarmış? Mareşal onların 1938’de ne yapacaklarını da 1935’de görüyormuş. ‘Sosyalist Sol’ ile temasa arayacaklarmış. Nasıl? Şevket Süreyya vasıtasıyla Nazım Hikmet ile görüşerek destek ve işbirliği isteyeceklermiş.

   …Mareşal 1935’de Nazım Hikmet’i yakalatmış, mahkemeye vermiş, mahkum ettirmiş ve hapsettirmiş.

   Sene, 1935. Atatürk sapasağlam. Daha iki yıl önce büyük bir coşku içinde ve ulusuyla birlikte Cumhuriyet’in 10. yıldönümünü kutlamış…1935’te, 1938’deki ‘ölüm ihtimali’ üzerine Cumhurbaşkanlığının devri hesapları yapılır mı?’’

   Metin Toker , hayatta değil. Yaşasaydı eğer ortaya konulan bilgi ve belgeler karşısında ne derdi? Aslında bu olması muhtemel olmayanların gerçek olduğu düşünüldüğünde şaşılmaması mümkün değildir.

   Birçok kereler suikastlere uğramış olan Atatürk’ün öldürülmesinde, tarihi çok eskilere dayanan ve birçok önderin, Sultanın ölüm nedeni sayılabilecek tıbbi yollarla yok etme planını devreye sokulmuştur. Bunlarla birlikte Atatürk, ‘’Bu çevresinde olup bitenlerden habersiz ve tedbirsiz miydi?’’ gibi bir soru da akla gelebilir. Hayır, Atatürk her şeyden haberdar ve tetikte bekliyordu. Granda bu konuya açıklık getiriyor.

   ‘’Atatürk, maiyetindekilere fazla güven gösterir gibi olmasına rağmen her zaman tetikte ve uyanık kalmasını bilmiştir. Ankara ve İstanbul içindeki gezilerinde olsun, yurt içi gezilerinde olsun kendini korumak için alınan tedbirlere güvenmeyip, her zaman dikkatli davranmıştır.’’

   Bir gün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’la görüşürken şöyle dediğini hatırlıyorum:

   ‘’Ben kendimi kendim korurum. İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü, Vali, daha ne kadar varsa, ilgili kişiler benim korunmam için birtakım tedbirler alırlar. Bunlar onların görevidir. Bu işlere karışmam. Kanuni görevlerini yapmalarına da karşı gelmem. Fakat kendi koruma işimi kendim yaparım ve yapmaktayım. Gelip geçtiğim yerlerde neler olup bittiğine dikkat ederim. Gezi saatlerini, günlerini gerektikçe kendim değiştiririm. Benim dikkatimden hiçbirşey kaçmaz.’’

   ‘’Atatürk’ün gezilerinde arkasında her zaman yaverleri olduğunu bildiği halde, tabancasını hiç eksik etmediği ve üzerine almadan dışarı adım atmadığını çok iyi hatırlarım.’’

   Bu oldukça doğal bir durumdur. Bilinen ve bilinmeyen kereler silahlı ve bombalı saldırılara uğramış ya da önceden engellenmiş, cephelerde savaşmış bir insanın kendini koruma konusunda bilgisiz ve tedbirsiz olması düşünülemez.

   Yukarıda da kısaca bahsedildiği gibi Atatürk’ü öldürmek oldukça güç ve problemliydi, O’nun öldürülmesi işi uluslar arası, organize olmuş bir hareket tarafından sistemli ve gizemli olmalıydı. Bu da ancak ilaç yoluyla zehirleyerek gerçekleşebilirdi. 1936 yılının başından başlayarak vefatına kadar sürdürülen bu sinsi operasyonun, dönemin yetkililerinin gözünden kaçıp kaçmadığı, ilerleyen dönemlerde daha da açıklık kazanacak ve bu müthiş gerçek, ortaya bir bir çıkacaktır. Vefatının ardından otopsi yapılmamış olması bu kanaatin ne kadar doğru olduğunun işaretlerini vermektedir.

   Atatürk’ün nasıl öldürüldüğünü bu işi nasıl başardıklarını daha iyi anlamak için biraz geçmişe dönerek tıp geçmişimiz iyice araştırılmalıdır. Çünkü bu tarihlerde uygulanan tedavi yöntemleri iyi araştırılacak olursa günümüzde yaşadığımız sağlık problemlerimizi daha iyi kavramış olacağız. Bunun paralelinde ise bugün dünya üzerinde faaliyet gösteren ve ülkelerin ekonomisini direk etkileyen ilaç sektörünün ülkemizdeki gelişimine ve dönemin şartlarına da bakmalıyız.

   İlaç sektörümüz için yapılan ve kendi ilacını üretme çabasına girmeye çalışan ülkemiz maalesef birçok konuda olduğu gibi bu konuda da büyük yaralar almıştır. Bunlara en basit olanından bakacak olursak, diş macunu belki de konunun en basiti ve en ciddi sonuçları ortaya koymaya adaydır. Ülkemizde üretimi yapılan ve her bir evde en az bir adet bulunan diş macunu ve yan ürünlerini piyasada yöneten, üretimini yapan firmalar ve sahipleri kimlerdir? Bunları tespit edersek bu ülkenin sağlık problemi ve ilaç sektörünün ne halde olduğunu anlamakta güçlük çekmeyeceğiz.

   ATATÜRK ALKOLİK MİYDİ?

   ‘’Atatürk, karşısında sevgi gösterisi yapan halka doğru, kadehini kaldırarak şöyle konuştu:

   Yurttaşlarım! Buna rakı derler. Vaktiyle padişahlar gizli içerlerdi. Ben açık içiyorum. Siz de benimle beraber içiyorsunuz, Karşılıklı içiyoruz. Hepimiz eşitiz. Benim için rakı içer, şunu bunu yapar diyorlar.
Ben bunların hepsini yaparım. Hepsi doğrudur. Neticede unutmayın ki, Ben de sizin gibi bir insanım.
Sizinkinden bir fazla değildir yaptıklarım.’’

   Bugüne kadar Türk ulusunun gündemine getirilmemiş olan Atatürk’ün vefat raporunda (hepatite sclerocongestive ethyligue daha sonra da Ascitogene bir cirrhose), ölüm sebebi olarak gösterilen ve bugün ortada apaçık duran, bilimsellikten uzak paravan bir raporda siroz hem de alkolik siroz olarak gösterilmeye çalışılan vefatı, diğer bir taraftan da aşağıda birlikte izleyeceğimiz olayların, iftiraların önünü açarak, Atatürk’ün ölüm nedenini alkole bağlamıştır.

   Geniş kitlelere yıllarca bu konu sürekli olarak öylesine dikte ettirilmiştir ki insanlar, Atatürk’ün çok alkol alan biri ya da başka bir deyişle alkolik olduğunu o kadar kanıksamıştır ki, bugün aktarılan bu bilgiler karşısında şaşırması ve yadırgaması çok doğaldır.

   İlginçtir Türkçü olan Atatürk, vefatından sonra Türkçülüğün önderliğini yapan yazar ve aydınlarca da eleştiriye uğramıştır. Bunlara örnek olarak Hüseyin Nihal Adsız’ı ve Necip Fazıl Kısakürek’i verebiliriz.

   İSTANBUL ECZAHANESİ’NDEN ATATÜRK İÇİN ALINAN İLAÇ DÖKÜMANLARI.

29.03.1937/15791 faturanın verildiği tarih:30.03.1937
29.04.1937/7484 faturanın verildiği tarih :05.05.1937
26.05.1937/ faturanın verildiği tarih no:5621
27.10.1937/19818 faturanın verildiği tarih:10.11.1937
16.12.1938 faturanın verildiği tarih no: 18447
31.12.1937/7733 faturanın verildiği tarih.04.01.1938
01.02.1938 faturanın verildiği tarih:04.03.1938
04.03.1938 faturanın verildiği tarih no: 4930
30.04.1938/15570 faturanın verildiği tarih:07.05.1938
28.05.1938/13095 faturanın verildiği tarih:04.06.1938
31.08.1938 faturanın verildiği tarih no:4040
01.12.1938 faturanın verildiği tarih no:1730

   Bu liste içinde bahsi geçen ilaçlar ve diğer ürünlerin (yoğunlukla alınan) adetlerine bakalım:

   Gripin (38 tüp), Diş Üünleri (Diş fırçası, Diş macunu, Diş tuzu), Takalon Krem, Rayyolin, Tırnak Cilası, Petrol Nizam, Kinin; 44, Pertev Krem, Piramidon.

   Konunun daha iyi anlaşılması için ilk önce Atatürk’ün geçirdiği hastalıklara bir göz atmak gerekiyor. Çünkü yapılan yanlışlardan birisi Atatürk’ün vefat sebebinin hastalık sonucu olduğu yönündedir. Aksine aşağıda anlatılacağı üzere, temelde iki hastalığı bulunan Atatürk’ün (Sıtma ve Böbrek iltihabı) zehirlenerek öldürüldüğü dile getirilmek istenmektedir.

   Atatürk çocukluk yıllarında,bu dönemin hastalıklarından biri olan, sıtma hastalığına yakalandığını biliyoruz. Daha sonraki yıllarda bu hastalığın sürekli olarak onu etkilediğini göreceğiz. Öyle ki, sıtmaya neden olan sivri sineklerin yaşadığı bataklıkları kurutarak buraları imar etmiştir.

   Buna en güzel örnek, Atatürk Orman Çiftliği’dir.

   Daha sonra gençlik yıllarında bel soğukluğu hastalığı sıklıkla devam etmiştir.bu hastalık daha sonra böbreklerinde iltihap oluşmasına neden olacaktır ki bu iki hastalık Atatürk’ün vefatına kadar sürmüştür.

   1918 yıllarında böbrek ağrıları tekrar başlamış ve hekimlerin tavsiyesi ile Viyana ve Karlsbad kaplıcalarına tedaviye gitmiştir.

   1919 yılında Samsun’a ayak basar basmaz böbrek ağrılarını dindirmek için Havza’ya giderek, 25 Mayıs ve 12 Haziran tarihleri arasında bulunmuş bu arada diğer hastalığı olan sıtmaya yakalanmıştır.
1923 tarihine geldiğimizde ufak tefek, aşırı yorgunluğa bağlı olarak kalp krizleri geçirmiştir.

   Bu hastalıkların dışında başka rahatsızlıklarla da karşılaşan Atatürk’ün dişleriyle de sorunu vardır. Dişçsi ise 2. Abdulhamit’in de dişlerinin tedavisinde sorumlu olan Musevi asıllı Pratisyen dişçi Sami Günzberg’di.

   Atatürk’ün artık son günlerine ilişkin Kılıç Ali’nin (‘’Son Günleri’’adlı kitabında) aşağıdaki sözleri dikkate değerdir.

   ‘’Bilhassa bu son iki sene içinde… Gün geçtikçe halsizlikleri daha ziyadeleşiyor, benzi geçen senelere nispetle daha ziyade soluyordu… Atatürk’ün renginde ve yüzündeki çizgilerde belirgin değişiklikler başlamıştı. Yürümeyi sevmez olmuştu. O iştahlı adamın artık iştahı hemen hiç yok gibi idi.’’

   Bu döneme ilişkin fotoğraflara baktığımızda bunu görmek mümkündür. Bu fotoğraflara ilişkin ilginç ve acınacak bir durumu vurgulamak gerekiyor.

   Atatürk’ün özel fotoğrafçısı olan Hasan Efendi’nin, Atatürk’ün ölümünün üzerinden 3-4 yıl geçtikten sonra evi yanmış ve Atatürk’ün çekilen fotoğrafları evle birlikte yanmıştır. Yine, 5 Eylül 1973 tarihinde İstanbul Film Arşivi’nin deposunda çıkan yangın sonunda Atatürk’ün tek fotoğrafları yanmıştır.

   Fotoğraflara baktığımızda Atatürk’te ciddi denecek derecede değişimlerin gerçekleştiği ve cildindeki bozulmaların sonucunda bakım ürünleri kullandığını görmekteyiz. Yukarıda adı geçen kremler (Takolon krem, Petrol, Nizam, Pertev) bu amaç için alınmıştır. Yine bu liste içinde alınan ürünlerin durumun ciddiyetini ortaya koymaya yetmektedir.

   Durumun ciddiyetine dikkat çeken Dr.A. Arar ‘’1936 sonlarında Atatürk’ün genel durumunda bir düşkünlük, halsizlik başlamışsa da, sağlığında ciddi bir şikayeti yoktur.’’ demektedir.

   Yukarıdaki bilgilerden anlayacağımız gibi Atatürk’ün temelde iki rahatsızlığı vardı. Bunlarda yaşadığı dönemde varlığı tüm insanları etkileyen, böbrek rahatsızlığı ve sıtmadır.

   Atatürk’ün ölümü ise, tedavisinde kullanılan ilaçlar, yanlış tedavi yöntemleri ve bunlara bağlı olarak da suikast olduğunun belgelerini ortaya koymaya yeter de artar. Bunun için tedavisi yapılan konsültasyonlara bakmak gerekir.

   1937 senesinde Atatürk vücudunun muhtelif yerlerindeki, bilhassa ayaklarındaki kaşıntıdan dolayı şikayetçiydi. Ankara Numune Hastanesi Deri Hastalıkları Uzmanı, İtalyan asıllı ünlü Alman Prof. Dr Marcchionini (1899-1965) tarafından tedavi edilmiş. Fakat sonuç alamayınca Bursa Yalova Kaplıcalarında bir kür önermiştir. İşte bu sebepten dolayı Atatürk 1938 Ocak ayında Yalova’ya gelecektir.

   Atatürk’ün hastalığına bir türlü teşhis konulamazken en sonunda kaşıntılara karşı tedavi olmak için gittiği Bursa Yalova Termal Kaplıcalarında buranın doktoru ve müdürü olan, Dr Nihat Reşat Belger tarafından Atatürk’ün hastalığına dair ilk teşhis konulmuştur. Buna göre; Atatürk’ün hastalığı karaciğer büyümesi ve sertleşmesidir. Yani SİROZdur.bu teşhis daha sonra buraya çağrılan daimi doktoru, Neşet İrdelp tarafından da kabul edilir. O kadar ilginçtir ki uzun yıllardır tedavisini yapan, Dr. Neşet Bey bunu daha önceden fark edememiş olmasıdır. Bu teşhisin ardından, Atatürk’ün tedavisi için Ankara’da bulunan Prof. Dr. Akil Muhtar Özden Şehsuvaroğlu’na verdiği notlar‘da konuya ilişkin şunları söylüyor:

   ‘’Karaciğer rahatsızlığının ilk arazı 1938 Ocak ayı sonlarında… Dr. Neşet Ömer Bey, Dr. Nihat Reşat Belger Bey karaciğerin büyümüş olduğunu görmüşler. İçkiden men etmek istemişler. Atatürk hoşlanmamış. O zaman 75 kiloymuş…evvelce Atatürk hemen her akşam 1/21 litre arasında rakı içerdi.’’

   27 Şubat 1938 akşamı Balkan İttifakı Hariciye Nazırları şerefine Çankaya Hariciye Köşkü’nde verilen yemeğe Atatürk’ün burnunun şiddetli, biçimde kanaması toplantıya geç kalması üzerine dönemin yetkililerinin harekete geçmesine neden olmuştu.

   Atatürk tedavisi için yabancı doktor istememişti. Bunun üzerine, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nca 6 Mart 1938 tarihinde çağrılan konsültasyon heyetinde; Neşet Ömer, Reşat Belger, Akil Muhtar, Hüsamettin Kural, Z. Naki Yaltırım ile Asım Arar vardı. Bu konsültasyonda bulunanlardan biri olan Akil Muhtar, Atatürk’ün vücudundaki kaşıntılar hakkında bilgi verdikten sonra şöyle dedi:

   ‘’Muayenemde büyük bir karaciğer buldum. Tahal (Dalak) da kaburga alt kenarını iki parmak tecavüz ediyordu geçiyordu).

   Karaciğerin yüzeyi düzgün idi. Karın yumuşaktı. Karında yüzeysel damarlarda şişkinlik yoktu. Hiçbir ascite (asit karında su toplanması) arazı bulunmadı. Rengi bozulmuş, kuvveti azalmış idi. Etrafta (kollarda ve bacaklarda) Özima (ödem su toplantısı) yoktu.

   Akil Muhtar Özden önemli bir konuya da burada dikkat çekmektedir, o da Atatürk’ün karnında su yani asit oluşumudur.

   Karında toplanan su bu hastalığın sonlarında görülen tehlikeli bir belirtidir. Kan dolaşımı ve teneffüs zorluğu verdiği gibi vücuttan alınması halinde sağlığa gerekli proteinlerin kaybına yol açacağı için ayrıca tehlikelidir.

   Muhtar sözlerine devam etti:

   ‘’Gözlerde hafif bir sarılık gördüm. Atatürk, evvelce Malarya (Sıtma) çektiğini söyledi. 6 sene evvel tekrarlamış. (1932 yılı) Relelerini muayene ederken, Atatürk sağ ree kaidesinde (Tabanında) daima bir gayri tabilik olduğunu ve bunun muharebede kırılan bir dili (kaburganın) tesiriyle baki kaldığını anlattı.

   Köşkün kütüphanesine gittik. Başvekilin, huzuru ile tıbbi istişare (Konsültasyon) yapıldı. Hastalığın bir hepatite (Karaciğer iltihabı) olduğunu ve bunun en mühim sebplerinin alkol olduğundan şüphe edilemeyeceğini hepimiz kabul ettik.

   Az etli münasip bir perhiz tespit edildi. İlaç olarak da lazım gelen tertipler yapıldı. Bunları bir rapor biçiminde tespit ettik.’’

   Atatürk’ün karnından ilk defa su alınması 7 eylül 1938 tarihinde Dr. Mim Kemal Öke tarafından yapılmıştır. Bu Ponksiyonun (su alımı) sonunda, karnından 12 litreye yakın su alınmıştır. Bu ponksiyonda herkese kullanılan iğne kullanılmamış (kalın), evvela Novokain şırıngası ve sonra da küçük bir yarık açılarak (şak) yaptıktan sonra yatakta su alma işlemi yapılmıştır.

    İşlemi yapan Mim Kemal Öke, Dr. Neşet İrdelp’e ‘’ben bu müdaheleyi gayri müsait şartlarda yaptım.’’ Diyerek mes uliyetten kaçtığını birkaç defa dile getirdiğini bununla birlikte Dr. Fissinger’in de ‘’işleri güçleştiriyor’’ dediğini tekrarlar (Akil Muhtar’ın notlarından).

   Son olarak Atamızın nasıl meçhul bir yola sürüklendiği açık seçik ortadadır. Şunu rahatlıkla söylemek mümkündür ki Atatürk siroz değil bizzat sıtma hastasıdır. Fakat Atatürk’e alkolik denilmesine yol açanların marifetleri yukarıda anlatıldığı gibi sadece ülkemizle sınırlı kalmamış, yurt dışında da bu iftiralar devam etmiştir.

   Bugün devlet önderlerinin ölüsüne sahip çıkamayan bir ulus ve onun sözcüleri yarın memleketin topraklarına karşı yapılacak bir saldırı karşısında bu ülkeyi nasıl savunacaklardır?

                               (Ogün Deli'nin ''Atatürk Nasıl Öldürüldü'' adlı kitabından alıntıdır.)

   Yayının oluşturulma tarihi: 23 Temmuz 2013 

   Bugün: 9 Eylül 2013, Kuvayı Milliyeci

Category: , ,

Ne Mutlu Türk'üm Diyene!:
Benim yaratılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak Dünya'ya gelmemdir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milleti'nin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedî olduğunu göstermelidir.

0 yorum